“Kaşgarlı
Mahmut’un kayıp eserine dair. Anısına saygıyla…”
Ölüm sonsuzluktur.
Cennet ya da cehennem… Sonsuzluğa devrolur ruh.
Uçsuz bir bozkıra diz
çöküp ölümü düşündüm. Bir şaman höyüğü duruyordu önümde. Bilinmez bir nedenle
donup kalmış bir şamandı da sanki, binlerce yıldır bozkırın sonsuzluğuna
bakıyordu. Üst üste yığılmış her taş, ayrı bir zaman diliminin, ayrı bir
hayatın sıcaklığını taşıyordu.
Yukarıda bulutsuz,
masmavi bir gök uzanıyordu. Sararmaya yüz tutmuş step otlakları ufka kadar bir
deniz gibi dalgalanıyordu.
Babamı düşündüm.
Bunca yıl ayrı kalmıştık. Çocukluğum, gençliğim ondan ayrı geçmişti. Çok uzun
ayrılıklardan sonra kısa bir süreliğine dönerdi eve. Her daim güleç yüzü ve
yaşadıklarını dinmeyen bir heyecan nöbetiyle
anlatışı hala gözlerimin önünde. Türk tarihinin bilinmeyen hikayelerini
ve Orta Asya’nın uçsuz coğrafyasını da anlatırdı bana. Evde bir masal iklimi
oluşurdu. Annemin yüzünde sönmeye mahkum bir tebessüm açardı. Bir çocuk için en
büyük mutluluk birliktelikti. Küçük, huzurlu bir hayat; ama hep birlikte,
ayrının gayrının olmadığı bir hayat…
Oysa her masalın bir
sonu vardı. Mutluluk daim değildi, küçücük bir çocukken anlamıştım bunu. Bir
sabah uyanırdım ve babam gitmiş olurdu.
Onunla gitmek,
maceradan maceraya atılmak isterdim, ama o ideallerinin peşinde tek başına
koşan bir Türkolog’tu. Asya’ya sevdalanmıştı. Steplerde rüzgarla yarışan gücü
doruğunda bir kurttu o. Kalbi bir şamanın kalbi gibi deli bir ritimle atıyordu.
Tarihin ve kadim sırların peşinde koşan bir şaman…
İlmin büyük ustası,
gezginlerin piri Kaşgarlı Mahmut’un ruhu vardı onda. Türk boylarını dolaşmak,
Türkçenin gizli kalmış kullanımlarını derlemek onun mutluluğuydu, ama ömrünü
adadığı ülküsü başkaydı. Kayıp bir kitabın peşindeydi. Kaşgarlı’nın kaleme
aldığı bir gramer kitabı: Kitabu
Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk.
Bildiğim kadarıyla
Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün ikiziydi bu kitap. Dîvânu Lugâti’t-Türk yirminci yüz
yılın başlarında bulunmuştu, fakat ikizi olan Kitabu Cevahirün Nahvu Fi
Lügati’t Türk hala kayıptı.
**
Şaman höyüğünün
kıyısında, üzeri taşlarla örtülmüş ve başucuna küçük, granit bir kaya dikilmiş
mezara baktım. Moğol kılavuzumun
söylediğine göre bozkırın sonsuzluğunu dinleyen bu mezar babamın mezarıydı.
Kavuşmuştuk işte. Uzun süredir hiç haber alamamıştık ondan. Dışişleri yetkilileri
uğraşmış, Asya ülkelerinin her biriyle irtibat kurup geniş bir araştırma
yapmış, ama onun izine rastlayamamıştı. Hep umutla beklemiştik. Annemin yüzünde
açan bir nefeslik çiçek günden güne solmuştu.
Bir şaman höyüğünün
kıyısında uyuyordu şimdi babam. Sevdiği, Anadolu’dan sonra kendini ait
hissettiği topraklar onun sonsuza kadar yurdu olmuştu. Anlatılanlara göre yaşlı
bir şaman bulmuştu babamın ölüsünü. Kim bilir? Belki de kalbi dayanamamıştı
ülkülerinin hızına. Şaman kimseye haber vermemiş; babamı yığılıp kaldığı yere,
höyüğün yanına gömmüştü ve usul usul taşlar dizmişti üzerine. Şimdi bu uçsuz
steplerden geçen her yolcu saygıyla yaklaşıp bir taş ekliyordu höyüğe. Bir taş
da babamın mezarına... Usulca yaklaşıp:
-Şamandın, gittikçe
bir şaman höyüğüne dönüşüyorsun baba, diye fısıldadım.
Dua edip bir taş da
ben ekledim mezarına. Başımı kaldırıp göğe baktım. Hışımla bir şahin geçti
maviliğin içinden. Rüzgar otlakların arasına karıştı, doludizgin koşturdu.
Uzaklarda, gözlerimizin erişemeyeceği bir yerde bozkurtlar stepin sonsuzluğuna
doğru aktı. Bir kuş uçumu mesafede, Orhun Anıtları’nın zamana direnen yüzeyinde
bin yıldır bozkırı bekleyen harfler, yuvaya mecbur kuşlar gibi usul usul kanat
çırptı.
Moğol kılavuzum
şarkıya benzer bir dua okudu. Gırtlaktan yükselen uhrevi bir sesle kollarını
açtı ve dönüp durdu. Tüm kainatı kucaklamak ister gibi açılmıştı kolları. Sonra
bir kartal gibi kanat çırptı, göğe yükselen ruhu kutsadı.
Dua edip yüzümü
sıvazladım. Babam sonsuz huzuru bulmuştu. Usul usul kalbimi avuttum.
*
Bir süre önce, Moğol dilbilimci Temulin
Sarangerel’den İngilizce bir mektup almıştım. Babamın mezarının bulunduğunu
iletmişti bize. Onun deyişiyle babam, Orhun Anıtları’nın bir çığlık gibi
yükseldiği Moğol steplerinde yatıyordu. Babamı tanıyan göçebe Moğollarla
görüşmüştü dilbilimci. Çakır gözlü yabancı diye tarif etmişlerdi ülkülerinin
peşinde koşan Türkolog’u. Höyüklerin, kurganların, balbalların izini sürerken
yerli halkla sıcak ilişkiler kurmuştu babam. Sarangerel, arayışın sürdüğü bir
gün bozkırın sonsuzluğunda tek başına yaşayan yaşlı şamanla karşılaşmıştı.
Toprağa bağdaş kurup usul usul ölümü bekleyen şaman babamdan ve onun mezarından
bahsetmişti. Haberi alır almaz ilk uçağa atlayıp gelmiştim ve dilbilimcinin tahsis
ettiği Moğol kılavuzumla steplere doğru yola çıkmıştık.
*
Babama
veda edip Moğol kılavuzumun kullandığı araçla uçsuz bucaksız bozkırı yararak
Ulan Batur’a dönerken karışık duygular içindeydim. Ölüm sonsuzluktu. Her insan
gibi ben de bir gün karışacaktım sonsuzluğa. Her insan gibi… Babam gibi…
Temulin Sarangerel, babamın kaldığı eve
götürdü beni. İki katlı bir lojmanda yer alan küçük bir daireydi. Anahtarı
çevirip kapıyı usulca açtı. Ev uzun süre kapalı kalmıştı. İçerden yüzümüze
doğru zamanın, özlemlerin ve yalnızlığın ruhu boşalmıştı sanki. Bir an durup
baktım içeriye: Loş bir oda, üzeri beyaz örtülerle örtülmüş iki küçük kanepe.
Bacakları ince bir çalışma masası, çöktüğü yerden doğrulamamış bir ihtiyar
edasıyla öyle kalakalmış tahta bir sandalye ve duvarda kitap dizili bir
kitaplık…
Bay Sarangerel beni yalnız bırakıp aşağıya
inmişti. Sandalyeye oturdum ve anıların
hücumu altında ağladım. Babamın kişisel eşyalarını toparlamak için yatak odasına
girdim sonra. Özenle örtüleri düzeltilmiş bir yatak ve küçük bir komodin vardı
odada. Bir de duvarda gömme bir dolap. Hala babamın sıcaklığını ve kokusunu
taşıyan giysiler asılıydı dolapta: birkaç gömlek, iki ceket ve iki pantolon… Derken dolabın alt tarafında onu gördüm. Eski
bir dostu…
Babamın tahta bavulu, sahibi tarafından terk
edilmiş küskün bir köpek gibi siyah tokalarını gözlerime dikmiş üzgün üzgün
bakıyordu. Babamın elinde uzak coğrafyalardan döndüğünde siyah tokaları ışıl
ışıl parlardı sanki. O da mutlu olurdu bizimle. Ben öyle düşünürdüm. Ah, eski
dost! Eğilip dokundum ona, sırtını okşadım. Tozlu bedenini silip yatağın
üzerine koydum tahta bavulu. Sonra kemerlerini gevşetip kapağını açtım.
Bavulun içinde babamın bilimsel çalışmaları
için tuttuğu defterler vardı. Yedek gözlüğü, başucu kitapları, kalemler, birkaç
kibrit, bir çakı ve siyah kaplı küçük bir andaç. Andacı elime alır almaz iki
fotoğraf düştü yatağın üzerine. Anneme ve bana aitti fotoğraflar. Annemin
fotoğrafına baktım kağıdı okşayarak. Yine yüzünde sönmeye mahkum bir gülüş
vardı. Zamanın tasarladığı sırları biliyormuş gibi kelebek hükmünde bir gülüş…
Andacın ilk sayfasına Kaptanın Seyir Defteri
diye bir başlık atmıştı babam. Güzel, inci gibi harfler sıralanıyordu defter
boyunca; ama ne yazık ki ıslanmıştı defterin bazı kısımları. Uzun zaman önce
ıslanıp kuruduğu belliydi. Kim bilir, belki de toprağa özlemle dökülen step
yağmurlarında ıslanmıştı. İhtimal ki bazı sayfalar birbirine yapışmış ve babam
yapışan sayfaları kurtarmaya çalışmıştı. Andacın bazı kısımları bu nedenle
okunmaz haldeydi. Devasa bir gözyaşı damlamıştı sanki sayfalara ve onları
dağlamıştı.
Bay Temulin’e ve otele haber gönderip babamın
dairesinde kalacağımı bildirdim. Sırt çantam yanımdaydı. Çantamda beni birkaç
gün idare edecek malzeme vardı: Birkaç çamaşır, giysi, diş fırçası vb…
Evi havalandırdıktan sonra üzerimi değiştirip
andacı aldım ve çalışma masasına geçip okumaya başladım:
Aramak
sırrın peşinden koşmaktır. Bilinmeyenin peşinden gitmek aklın yanı sıra sezgilerin
de devreye girdiği bir süreçtir. Uzun ve yorucu araştırmaların sonucunda
Bağdat’a düştü yolum. Bu diyarda güz olmaz. Ekim ayını yarılamamıza rağmen hala
müthiş bir sıcak var. İnsan yağmur kokusu özlüyor; ama ne çare, her nefeste
boğucu, tozlu bir hava yutuyoruz.
Arap
mihmandarımla şehrin kıyısında bir mahalleye geldik. Dar, izbe sokaklardan
geçip bir pasaja vardık. Aradığımız sahaf bu pasajdaydı. Kahire
Üniversitesi’nden bir dostum bu sahafın adını ve adresini vermişti bana. Sahaf,
çok uzun zaman önce Arap harfleriyle yazılmış Türkçe bir eser gördüğünü
iletmişti kendisine. Sahafın dediğine göre kitap en az bin yıllıktı.
Pasajda
küçük bir çay ocağı, camekanına sıra sıra modası geçmiş televizyonların
dizildiği bir televizyon tamircisi, kaset çalarlarından Türkçe şarkıların da
yükseldiği bir kasetçi vardı. Geri kalan dükkanlar depo niteliğindeydi ve içi çeşitli eşyalarla doluydu.
Pasajın
sonundaki dükkana girdik. Duvardaki raflara sıra sıra kitaplar, mecmualar
dizilmişti. Ortada bir masa vardı. Geri kalan her yer üst üste yığılmış
kitaplarla doluydu. Yaklaşınca fark ettim. Masanın gerisinde ufak tefek, beyaz saçlı bir adam
oturuyordu. Tahminimin aksine üstünde
beyaz fistan yoktu sahafın. Boz bir gömlek giymişti ve üzerinde gri bir süveter
vardı. Sahaf saygılı bir tavırla ayağa kalktı ve selamımızı aldı. Bir süre
mihmandarımla Arapça konuştular. Sonra masanın gerisinden portatif iki iskemle çıkardı ve oturduk. Çay ocağından
söylenen kahveleri yudumlayarak konuşmaya başladık.
El
yazması eseri gençlik yıllarında görmüş sahaf. Şii bir sahafın yanında
çalışıyormuş o zaman. Ustası, eseri Tebrizli bir tüccara satmış. Ustasıyla
Tebrizli konuşurken kısa bir süre de olsa inceleyebilmiş eseri. Bir gramer
kitabıymış. Yazarın ismini görebilmiş mi? Diye sordum. Sahaf, mihmandar soruyu
sorar sormaz, yüzüme bakıp:
-Kaşgarli,
dedi, Kaşgarli !
*
Sahafta
tüccarın kimliğine dair hiçbir bilgi yoktu. Uzun boylu, şık biriymiş tüccar ve
sol yanağında kulağından ağzına dek uzanan bir yara izi varmış. Bu
karşılaşmanın üzerinden neredeyse kırk yıl geçmişti. El yazması nüshayı alan
tüccar ya çoktan hakkın rahmetine kavuşmuştu ya da ömrünün uzatmalarını oynuyor
olmalıydı.
Hayal
kırıklığına uğramıştım. Otelime dönünce İstanbul’da yaşayan bir Azeri dostumu
aradım. ‘İran Azerbaycanı’nın önemli bilim adamlarından biriydi. Durumu
anlattım. Benden bir iki gün izin istedi. Yüzünde yara izi olan Tebrizli
tüccarı araştıracaktı. Ben de otelime kapanıp bilimsel çalışmalarıma geri döndüm.
Vakit ilerlemiş ve iyice uykum gelmişti, fakat
merakıma engel olamıyor, babamın kayıp kitaba dair maceralarını okumak
istiyordum. Okuduğum sayfalardan sonraki birkaç yaprak okunmaz haldeydi.
Islandığı için yazılar silinmiş, sözcükler gelişigüzel mürekkep lekelerine
dönüşmüştü. Okunaklı sayfalara geçip devam ettim.
Yemekleri
safran rengi Tebriz’in dış mahalleri de aynı renkte. Kum sarısı her köşeye
hükmediyor. Şehrin modern yüzü ise betonun ve metalin soğuk, ruhsuz ruhunu
yansıtıyor. Mihmandarımla (İstanbul’daki Azeri dostumun akrabasıyla) şehrin
dışında bulunan bir malikaneye gittik. Bakımlı bir bahçenin içinde gösterişli
bir yapıydı. Tüccarın oğlu nazik, görgülü biriydi. Yer yer Azeri şivesine
meyleden Türkiye Türkçesiyle konuşuyordu. Arkadaşımızın selamını ilettik ve
tüccarın oğluna durumu anlattım. Babası bir koleksiyonermiş. Gittiği her
ülkede, her şehirde sahafları dolaşıp özellikle el yazması kitapları toplarmış.
İkram ettiği çayları içtikten sonra iki kanatlı, oymalı bir kapıyı açtı ev
sahibimiz ve geniş bir çalışma odasına geçtik. Babasından kalan hazine bu
odadaydı. Duvarlar boydan boya kitaplarla kaplıydı. Kitaplar türlerine,
yazıldığı dillere göre tasnif edilmişti. Hangi alfabeyle olursa olsun Türkçe
kaleme alınmış kitapların olduğu bölümü gösterdi bize. Kitaplara bakmak için
izin istedik ve Azeri mihmandarımla incelemeye başladık. Kaşgarlı’nın kayıp kitabı belki de bu raflardaydı. Kitabı
bulur bulmaz büyükelçiliğimizle irtibata geçip hükümetimizin kitabı satın
alması için elimden geleni yapacaktım.
Çalışma masasında uyuyakalmışım. Kapı
çalıyordu. Yorgun ve mahmur bir şekilde ilerleyip kapıyı açtım. Otelde çalışan
bir komi vardı kapıda. Bay Sarangerel bana kahvaltı yollamıştı. Teşekkür edip
kominin elindeki tepsiyi ve torbayı aldım. Çalışma masasına geri dönüp hızlıca
kahvaltımı yapmaya başladım. Bir yandan yiyor, bir yandan da andacı okuyordum.
Akşama
kadar uğraştık, yüzlerce el yazması karıştırdık, fakat aradığımız kitap yoktu.
Son çare olarak tüccarın oğlu babasından kalan büyük, ceviz masaya oturdu ve
masanın çekmecesinden ciltli defterler
çıkardı. Günlüktü bunlar. Tüccar günlüklerini ciltletmiş, üzerlerine ait
oldukları yılları yazmıştı. Tahminimiz üzre kırk sene öncesine ait olan ciltleri çıkardı ve
sayfaları karıştırıp incelemeye başladı. Hayatı boyunca birçok kez Bağdat’a
giden tüccar önemli bir esere sahip olduğu bu yolculuğu kayda geçmiş olmalıydı.
Biz
atıştırmalık bir şeyler yiyerek çaylarımızı yudumlarken kibar ve yardımsever ev
sahibimiz babasının günlükleri inceliyordu. Bir süre sonra heyecan içinde
günlüğün bir sayfasına işaret parmağıyla bastı ve gülümseyerek bize baktı.
Hemen koşup yanına gittik. Tüccar sahaftan ve aldığı kitaptan bahsediyordu. Ne
yazık ki Bağdat’tan Moskova’ya uçmuş ve kitaba havaalanında el konulmuştu.
Tüccar bir daha kitabın izine rastlayamamıştı.
Kafamı andaçtan kaldırıp sıkıntıyla soludum.
Ulan Bator’da, Rus yapımı bir lojmanda oturmuş babamın kaybolan ülküsünü
okuyordum ve bu kaybın altından KGB çıkıyordu. Andaçta kaldığım noktadan
sonraki okunmaz derecedeki yıpranmış sayfalar da ihtimal KGB’nin işiydi. Olayı
biraz abarttığımı düşünüp gülümsedim ve sağlam sayfalara geçip okumaya devam
ettim.
Arayış
uzadıkça endişelerim de artıyor. Bir yandan kitabı bulamama ihtimali rahatsız
ediyor beni. Bir yandan da üniversitemin bu iş için ayırdığı bütçeyi
kesmesinden endişe ediyorum. Boş bir hayalin peşinde koştuğumu düşünmeleri
işten bile değil.
Moskova,
erkenci kışların yurdudur. Dışarıda, insanın etini bıçak gibi kesen bir soğuk
var. Akşam vakti gökten şehrin üzerine bir kar aydınlığı serpiliyor. Şehir kar
bekliyor. Kaldığım otelin penceresine yapışıp manzarayı seyrediyorum. Umudumu
toparlamaya çalışıyorum. Resmi kurumlara yaptığımız başvurular sonuçsuz kaldı.
Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk’ten hiçbir iz yok.
Tanıdığım
Rus bilim adamlarını devreye soktum. Moskova’da yaşayan bir Türkolog
arkadaşımla kütüphaneleri araştırdık. Sahafları dolaştık, fakat kitaba dair bir
emareye rastlayamadık. Tanınmış koleksiyonerlere başvurumuz da sonuçsuz kaldı.
Boynum ve sırtım tutulmuştu. Kominin getirdiği
küçük termostan çay doldurup arkama yaslandım ve düşünmeye başladım.
Zihnim karmakarışık olmuştu. Merak
ediyordum, babamın uğruna canını feda ettiği bu ülkü gerçeğe dönüşebilmiş
miydi? Kitabı bulabilseydi, büyük bir ihtimalle tahta bavulun içinde olurdu
eser ya da ne bileyim, çalıştığı
üniversiteye en kısa zamanda duyururdu bu haberi. Olan biten her şey devasa bir
soru işaretinden ibaretti. Silinmiş cümleleri atlayıp okumaya başladım.
Mucizelere
inanmam. Bilim gerçekliği baz alır, fakat umudumun tükendiği bir noktada
hayallerim yeniden canlandı. Bugün, bana bir mektup iletti resepsiyondaki
görevli. Odama çekilip zarfı hemen açtım. Daktilo edilmiş isimsiz bir mektuptu.
Aradığım kitabın eski KGB çalışanı Anton
Korolyov’da olduğu yazıyordu. Bu eski ajan aynı zamanda Türk tarihi
uzmanıydı ve emekli olduktan sonra bilimsel çalışmalar yapmak üzere Ulan
Bator’a yerleşmişti. Önemli bir uyarıyla bitiyordu mektup:
“-Şu
andan itibaren bu gerçeği üç kişi biliyor. Ben, siz ve Anton Korolyov.
Dikkatli
olun! Kitabın peşine olan yalnızca siz değilsiniz!”
Kitabu
Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk değerine paha biçilemez bir kitaptı. Kitabın
peşinde olanlar bu eseri paraya çevirmek isteyen mafya üyeleri olabilirdi.
Belki de başka ülkelerin istihbarat servisleriydi. Kim bilir? Mektupta
belirtildiğine göre Korolyov’un Ulan Bator’da yaşadığı da gizli tutuluyordu,
fakat kendisine ulaşabileceğim bir telefon numarası eklenmişti.
Vakit öğleyi geçmişti. Acıkmış ve yorulmuştum.
Andacı sırt çantama koydum. Tahta bavulu özenle kapatıp dolabın içine
yerleştirdim ve dışarıya çıktım. Ortalık günlük güneşlikti, fakat hava serindi.
Bacaklarımın açılması için Sovyet mimarisini yansıtan sokaklarda dolaştım.
Pembe yanaklı, çekik gözlü Moğol çocuklara gülümsedim. Mogollar bir tekerleme
ritmiyle konuşuyorlardı. Uzayıp giden tümceleri birden bir ayin duasına
dönüşecekmiş zannediyordunuz.
Otele gidip yemek yedim ve eşyalarımı toplayıp
lojmana döndüm. Temulin Sarangerel’e telefon edip Anton Korolyov’u tanıyıp
tanımadığını sordum. Tanımıyordu. Araştırıp bana döneceğini söyledi. Kanepede
uyuyakalmıştım, telefonumun titreşimiyle uyandım. Arayan Sarangerel’di.
Korolyov iki sene önce ölmüştü. Moğol steplerinde kullandığı araç devrilmiş ve
eski KGB ajanı arazi aracının altında kalmıştı.
Korolyov ölmeden babam onu bulabilmiş miydi?
Merak ediyordum. Babam gibi o da step yolculuğunda hayatını kaybetmişti. Bu
durum tesadüf olabilir miydi? Sırt
çantamdan andacı çıkarıp sayfaları karıştırdım. Art arda birçok sayfa birbirine
yapışıp kaynamıştı. Babam bu sayfaları ayırmaya çalışmanın işe yaramayacağını
düşünmüş olmalıydı. Okunaklı bölümlere geçtim.
Korolyov,
Ulan Bator’dan yüzlerce kilometre ötede yaşıyordu. Evi bir step çadırıydı.
Moğol komşuları gibi at biniyor, ava çıkıyor ve hayvan besliyordu. Ayda bir
defa arazi aracıyla şehre geliyor ve kendisine gereken malzemeleri alıyordu.
Uzun boylu, beyaz tenli biriydi. Kısa kesilmiş saçları beyazlamıştı. Çekik
gözleri binlerce yıl önce de olsa bu topraklarla bağlantısı olduğunu
gösteriyordu. Soğuk ve mesafeli bir insandı. Güvenini kazanmak için çok
uğraştım. Hava karardıktan sonra çadırın önünde yaktığımız ateşin başına oturur
ve uzun uzun konuşurduk. Türk tarihinden ve Orta Asya’nın kadim medeniyetlerinden bahsederdik. Bu
konularla ilgilenen amatör bir insana göre fazlasıyla bilgiliydi. Uzun süre
Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk’ten hiç söz etmedim. Bir gün………………..
Andaç sonlara doğru okunmaz bir hale gelmişti.
Sayfaları karıştırıp sağlam bulduğum cümleleri okuyor ve okuduğum bu parçaları
zihnimde birleştirmeye çalışıyordum. Ne yazık ki anlamı toparlayamıyor, metnin
akışını yakalayamıyordum. Andacın son sayfalarının kökünden koparıldığını fark
ettim. Korolyov’un ve babamın ölümü, kitabın
peşindeki meçhul insanlar… Yanıtı belirsiz sorular birer mıh misali
zihnime saplanıyordu. Babam eceliyle ölmemiş olabilirdi. Yaşlı şamanın
Sarangerel’e ilettiğine göre attan düştüğü için ölmüştü babam, fakat andacı okuduktan sonra aktarılan
bu bilgiye inancım kalmamıştı.
Yatak odasına gidip tahta bavulu çıkardım ve
kapağını açıp bavulun içindeki eşyaları yeniden incelemeye başladım. Gözden
kaçırdığım tek bir nesne bile yoktu. Sıkıntıyla odanın içinde dolandım. Sonra
yatağa oturdum ve çocukken yaptığım gibi bavulun deri kemerleriyle oynamaya
başladım. Kafamda çıldıran düşüncelerle baş etmeye çalışıyordum. Kemerin
pürüzsüz iç yüzeyi yıpranmış olmalıydı. Parmaklarımda hissettiğim çentikleri
görmek için kemeri ters çevirir çevirmez oturduğum yerden fırladım. Kemere
boylu boyunca kazınmış bir yazı vardı. Sayılar, simgeler ve çeşitli dillerden
alınmış, bazıları ters yüz edinmiş harflerden oluşan bir yazı. Yazıyı görünce
kalbim sıkıştı, gözlerim yağmurlu step göğü gibi buğulandı. Yıllar yıllar önce,
bu yapay alfabeyi babamla oluşturmuştuk. İlk önce bir oyun gibi başlamıştı her
şey. Annemden gizli gizli haberleşmek, çeşitli haylazlıklar yapmak için
kullanırdık bu yapay dili. Bu harflerle karşılaşmayalı o kadar uzun zaman
olmuştu ki.
Babamın kazıdığı harfleri okur okumaz çalışma
masasına koştum. Andacı sırt çantasına koyup dışarıya çıktım. Suhbatur
meydanında yer alan Merkez Postanesine gidiyordum. Babam postanenin emanet
bölümünde yer alan dijital bir kasanın numarasını ve şifresini kazımıştı tahta bavulun
kemerlerine.
Şehrin bozuk yollarında tökezleye
tökezleye postaneye vardım, kapıdaki
görevliye İngilizce emanet bölümünün yerini sordum. Ablak suratlı biriydi.
Kırmızı ve tombul yanaklarını oynatarak içeride bir yeri işaret etti. Beni
anlamamıştı, ama yabancıların en çok uğradığı bölüm olduğu için artık bir
reflekse dönüşmüş hareketleriyle beni yönlendirmişti.
Emanet bölümüne girdim. Yan yana üste bir sürü
kasa vardı. Aklımda kalan numarayı arayıp buldum ve şifreyi yazdım. Kasanın
küçük kolunu çevirdim ve usulca kapağını açtım. Kasada işlemeli atlas bir beze
sarılmış bir kutu vardı. Alıp çantama yerleştirdim ve göğsümü döven kalbimi
susturmaya çalışarak dışarıya çıktım. Elimle selamladığım ablak suratlı görevli
ardımdan şaşkın şaşkın bakıyordu.
Heyecandan nefes nefese kalmıştım. Göğsüm
körük gibi işliyor, soluğum ağzımdan burnumdan taşıyordu. Bir yandan da dikkat
çekmemeye çalışarak çevreyi kolluyordum. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı.
Etrafta akıp giden ilgisiz bir kalabalık vardı. Lojmana varıp dairenin kapısını
açtım ve soluk soluğa kapıyı kapatıp çalışma masasına ilerledim. Ellerim
titriyor, sırt çantama yerleştirdiğim kutuyu bir türlü çıkaramıyordum. Derin
derin nefes aldım, sakinleşmeye çalışarak sandalyeye oturdum ve sırt çantamı
sıyırarak kutuyu çıkardım. Özenle katlanmış atlas bezi açınca tahta bir kutu
çıktı ortaya. Üzeri işlemeli, yıpranmış, eski bir kutuydu. Kutunun kapağını
soluğumu zaptetmeye çalışarak açtım.
Önümde eski bir kitap duruyordu. Kapağını açıp serlevhayı okudum usulca. Babam
ölmeden önce ülküsüne kavuşmuştu. Serlevhada Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t
Türk yazıyordu.
Gözlerim doldu, başım döndü bir süre. Babama
dair her şey anlık görüntüler halinde zihnimde yanıp yanıp söndü. Birden bire
içimi bir korku kapladı. Kalbim göğsümü dövmeye başladı yine. Gayrı ihtiyari
hareketlerle kutuyu kapattım ve atlas beze sardım. Sonra sırt çantama
yerleştirdim özenle. Kalkıp odanın içinde hızlı hızlı dolaşmaya başladım.
Yapmam gerekenleri kafamda planlamaya çalışıyordum. Derken kapı çaldı. Zili
çalmak yerine kapıya vuruyordu biri. Usulca yaklaşıp kapıdaki gözetleme
deliğinden baktım. Caddeye bakan merdiven dairesinde usul usul etrafı kollayan
iki kişi vardı. Biri neredeyse beyaz denilecek kadar sarışındı. Diğeri daha iri
yarı esmer biriydi. Tanımıyordum. İşi şansa bırakamazdım. Çantamı sırtıma
taktım ve yatak odasının penceresinden baktım. Aşağıda kömür deposuna benzeyen
bir yapı vardı. Pencereden sarkıp tavanına atladım. İkinci hamlede yere inip
şehrin karanlık sokaklarına doğru koştum.
Artık ben de ülkülerinin peşinde koşan bir
adamdım.
Tıpkı babam gibi…
Tıpkı babam gibi steplerin sonsuzluğuna doğru
aktım.