8 Tem 2020

KAYIP HAYALİN PEŞİNDE



                                                  “Kaşgarlı Mahmut’un kayıp eserine dair. Anısına saygıyla…”


            Ölüm sonsuzluktur. Cennet ya da cehennem… Sonsuzluğa devrolur ruh.
            Uçsuz bir bozkıra diz çöküp ölümü düşündüm. Bir şaman höyüğü duruyordu önümde. Bilinmez bir nedenle donup kalmış bir şamandı da sanki, binlerce yıldır bozkırın sonsuzluğuna bakıyordu. Üst üste yığılmış her taş, ayrı bir zaman diliminin, ayrı bir hayatın sıcaklığını taşıyordu.
            Yukarıda bulutsuz, masmavi bir gök uzanıyordu. Sararmaya yüz tutmuş step otlakları ufka kadar bir deniz gibi dalgalanıyordu.
            Babamı düşündüm. Bunca yıl ayrı kalmıştık. Çocukluğum, gençliğim ondan ayrı geçmişti. Çok uzun ayrılıklardan sonra kısa bir süreliğine dönerdi eve. Her daim güleç yüzü ve yaşadıklarını dinmeyen bir heyecan nöbetiyle  anlatışı hala gözlerimin önünde. Türk tarihinin bilinmeyen hikayelerini ve Orta Asya’nın uçsuz coğrafyasını da anlatırdı bana. Evde bir masal iklimi oluşurdu. Annemin yüzünde sönmeye mahkum bir tebessüm açardı. Bir çocuk için en büyük mutluluk birliktelikti. Küçük, huzurlu bir hayat; ama hep birlikte, ayrının gayrının olmadığı bir hayat…
            Oysa her masalın bir sonu vardı. Mutluluk daim değildi, küçücük bir çocukken anlamıştım bunu. Bir sabah uyanırdım ve babam gitmiş olurdu.
            Onunla gitmek, maceradan maceraya atılmak isterdim, ama o ideallerinin peşinde tek başına koşan bir Türkolog’tu. Asya’ya sevdalanmıştı. Steplerde rüzgarla yarışan gücü doruğunda bir kurttu o. Kalbi bir şamanın kalbi gibi deli bir ritimle atıyordu. Tarihin ve kadim sırların peşinde koşan bir şaman…
            İlmin büyük ustası, gezginlerin piri Kaşgarlı Mahmut’un ruhu vardı onda. Türk boylarını dolaşmak, Türkçenin gizli kalmış kullanımlarını derlemek onun mutluluğuydu, ama ömrünü adadığı ülküsü başkaydı. Kayıp bir kitabın peşindeydi. Kaşgarlı’nın kaleme aldığı bir gramer kitabı:  Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk.
            Bildiğim kadarıyla Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün ikiziydi bu kitap. Dîvânu Lugâti’t-Türk yirminci yüz yılın başlarında bulunmuştu, fakat ikizi olan Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk hala kayıptı.
                                                                   **
            Şaman höyüğünün kıyısında, üzeri taşlarla örtülmüş ve başucuna küçük, granit bir kaya dikilmiş mezara baktım.  Moğol kılavuzumun söylediğine göre bozkırın sonsuzluğunu dinleyen bu mezar babamın mezarıydı. Kavuşmuştuk işte. Uzun süredir hiç haber alamamıştık ondan. Dışişleri yetkilileri uğraşmış, Asya ülkelerinin her biriyle irtibat kurup geniş bir araştırma yapmış, ama onun izine rastlayamamıştı. Hep umutla beklemiştik. Annemin yüzünde açan bir nefeslik çiçek günden güne solmuştu.
            Bir şaman höyüğünün kıyısında uyuyordu şimdi babam. Sevdiği, Anadolu’dan sonra kendini ait hissettiği topraklar onun sonsuza kadar yurdu olmuştu. Anlatılanlara göre yaşlı bir şaman bulmuştu babamın ölüsünü. Kim bilir? Belki de kalbi dayanamamıştı ülkülerinin hızına. Şaman kimseye haber vermemiş; babamı yığılıp kaldığı yere, höyüğün yanına gömmüştü ve usul usul taşlar dizmişti üzerine. Şimdi bu uçsuz steplerden geçen her yolcu saygıyla yaklaşıp bir taş ekliyordu höyüğe. Bir taş da babamın mezarına... Usulca yaklaşıp:
            -Şamandın, gittikçe bir şaman höyüğüne dönüşüyorsun baba, diye fısıldadım.
            Dua edip bir taş da ben ekledim mezarına. Başımı kaldırıp göğe baktım. Hışımla bir şahin geçti maviliğin içinden. Rüzgar otlakların arasına karıştı, doludizgin koşturdu. Uzaklarda, gözlerimizin erişemeyeceği bir yerde bozkurtlar stepin sonsuzluğuna doğru aktı. Bir kuş uçumu mesafede, Orhun Anıtları’nın zamana direnen yüzeyinde bin yıldır bozkırı bekleyen harfler, yuvaya mecbur kuşlar gibi usul usul kanat çırptı.
            Moğol kılavuzum şarkıya benzer bir dua okudu. Gırtlaktan yükselen uhrevi bir sesle kollarını açtı ve dönüp durdu. Tüm kainatı kucaklamak ister gibi açılmıştı kolları. Sonra bir kartal gibi kanat çırptı, göğe yükselen ruhu kutsadı.
            Dua edip yüzümü sıvazladım. Babam sonsuz huzuru bulmuştu. Usul usul kalbimi avuttum.
                                                                    *

Bir süre önce, Moğol dilbilimci Temulin Sarangerel’den İngilizce bir mektup almıştım. Babamın mezarının bulunduğunu iletmişti bize. Onun deyişiyle babam, Orhun Anıtları’nın bir çığlık gibi yükseldiği Moğol steplerinde yatıyordu. Babamı tanıyan göçebe Moğollarla görüşmüştü dilbilimci. Çakır gözlü yabancı diye tarif etmişlerdi ülkülerinin peşinde koşan Türkolog’u. Höyüklerin, kurganların, balbalların izini sürerken yerli halkla sıcak ilişkiler kurmuştu babam. Sarangerel, arayışın sürdüğü bir gün bozkırın sonsuzluğunda tek başına yaşayan yaşlı şamanla karşılaşmıştı. Toprağa bağdaş kurup usul usul ölümü bekleyen şaman babamdan ve onun mezarından bahsetmişti. Haberi alır almaz ilk uçağa atlayıp gelmiştim ve dilbilimcinin tahsis ettiği Moğol kılavuzumla steplere doğru yola çıkmıştık.
                                                           *
 Babama veda edip Moğol kılavuzumun kullandığı araçla uçsuz bucaksız bozkırı yararak Ulan Batur’a dönerken karışık duygular içindeydim. Ölüm sonsuzluktu. Her insan gibi ben de bir gün karışacaktım sonsuzluğa. Her insan gibi… Babam  gibi…
Temulin Sarangerel, babamın kaldığı eve götürdü beni. İki katlı bir lojmanda yer alan küçük bir daireydi. Anahtarı çevirip kapıyı usulca açtı. Ev uzun süre kapalı kalmıştı. İçerden yüzümüze doğru zamanın, özlemlerin ve yalnızlığın ruhu boşalmıştı sanki. Bir an durup baktım içeriye: Loş bir oda, üzeri beyaz örtülerle örtülmüş iki küçük kanepe. Bacakları ince bir çalışma masası, çöktüğü yerden doğrulamamış bir ihtiyar edasıyla öyle kalakalmış tahta bir sandalye ve duvarda kitap dizili bir kitaplık…
Bay Sarangerel beni yalnız bırakıp aşağıya inmişti.  Sandalyeye oturdum ve anıların hücumu altında ağladım. Babamın kişisel eşyalarını toparlamak için yatak odasına girdim sonra. Özenle örtüleri düzeltilmiş bir yatak ve küçük bir komodin vardı odada. Bir de duvarda gömme bir dolap. Hala babamın sıcaklığını ve kokusunu taşıyan giysiler asılıydı dolapta: birkaç gömlek, iki ceket ve iki pantolon…  Derken dolabın alt tarafında onu gördüm. Eski bir dostu…
Babamın tahta bavulu, sahibi tarafından terk edilmiş küskün bir köpek gibi siyah tokalarını gözlerime dikmiş üzgün üzgün bakıyordu. Babamın elinde uzak coğrafyalardan döndüğünde siyah tokaları ışıl ışıl parlardı sanki. O da mutlu olurdu bizimle. Ben öyle düşünürdüm. Ah, eski dost! Eğilip dokundum ona, sırtını okşadım. Tozlu bedenini silip yatağın üzerine koydum tahta bavulu. Sonra kemerlerini gevşetip kapağını açtım.
Bavulun içinde babamın bilimsel çalışmaları için tuttuğu defterler vardı. Yedek gözlüğü, başucu kitapları, kalemler, birkaç kibrit, bir çakı ve siyah kaplı küçük bir andaç. Andacı elime alır almaz iki fotoğraf düştü yatağın üzerine. Anneme ve bana aitti fotoğraflar. Annemin fotoğrafına baktım kağıdı okşayarak. Yine yüzünde sönmeye mahkum bir gülüş vardı. Zamanın tasarladığı sırları biliyormuş gibi kelebek hükmünde bir gülüş…
Andacın ilk sayfasına Kaptanın Seyir Defteri diye bir başlık atmıştı babam. Güzel, inci gibi harfler sıralanıyordu defter boyunca; ama ne yazık ki ıslanmıştı defterin bazı kısımları. Uzun zaman önce ıslanıp kuruduğu belliydi. Kim bilir, belki de toprağa özlemle dökülen step yağmurlarında ıslanmıştı. İhtimal ki bazı sayfalar birbirine yapışmış ve babam yapışan sayfaları kurtarmaya çalışmıştı. Andacın bazı kısımları bu nedenle okunmaz haldeydi. Devasa bir gözyaşı damlamıştı sanki sayfalara ve onları dağlamıştı.
Bay Temulin’e ve otele haber gönderip babamın dairesinde kalacağımı bildirdim. Sırt çantam yanımdaydı. Çantamda beni birkaç gün idare edecek malzeme vardı: Birkaç çamaşır, giysi, diş fırçası vb…
Evi havalandırdıktan sonra üzerimi değiştirip andacı aldım ve çalışma masasına geçip okumaya başladım:

Aramak sırrın peşinden koşmaktır. Bilinmeyenin peşinden gitmek aklın yanı sıra sezgilerin de devreye girdiği bir süreçtir. Uzun ve yorucu araştırmaların sonucunda Bağdat’a düştü yolum. Bu diyarda güz olmaz. Ekim ayını yarılamamıza rağmen hala müthiş bir sıcak var. İnsan yağmur kokusu özlüyor; ama ne çare, her nefeste boğucu, tozlu bir hava yutuyoruz.
Arap mihmandarımla şehrin kıyısında bir mahalleye geldik. Dar, izbe sokaklardan geçip bir pasaja vardık. Aradığımız sahaf bu pasajdaydı. Kahire Üniversitesi’nden bir dostum bu sahafın adını ve adresini vermişti bana. Sahaf, çok uzun zaman önce Arap harfleriyle yazılmış Türkçe bir eser gördüğünü iletmişti kendisine. Sahafın dediğine göre kitap en az bin yıllıktı.
Pasajda küçük bir çay ocağı, camekanına sıra sıra modası geçmiş televizyonların dizildiği bir televizyon tamircisi, kaset çalarlarından Türkçe şarkıların da yükseldiği bir kasetçi vardı. Geri kalan dükkanlar depo niteliğindeydi ve  içi çeşitli eşyalarla doluydu.
Pasajın sonundaki dükkana girdik. Duvardaki raflara sıra sıra kitaplar, mecmualar dizilmişti. Ortada bir masa vardı. Geri kalan her yer üst üste yığılmış kitaplarla doluydu. Yaklaşınca fark ettim. Masanın  gerisinde ufak tefek, beyaz saçlı bir adam oturuyordu. Tahminimin  aksine üstünde beyaz fistan yoktu sahafın. Boz bir gömlek giymişti ve üzerinde gri bir süveter vardı. Sahaf saygılı bir tavırla ayağa kalktı ve selamımızı aldı. Bir süre mihmandarımla Arapça konuştular. Sonra masanın gerisinden portatif  iki iskemle çıkardı ve oturduk. Çay ocağından söylenen kahveleri yudumlayarak konuşmaya başladık.
El yazması eseri gençlik yıllarında görmüş sahaf. Şii bir sahafın yanında çalışıyormuş o zaman. Ustası, eseri Tebrizli bir tüccara satmış. Ustasıyla Tebrizli konuşurken kısa bir süre de olsa inceleyebilmiş eseri. Bir gramer kitabıymış. Yazarın ismini görebilmiş mi? Diye sordum. Sahaf, mihmandar soruyu sorar sormaz, yüzüme bakıp:
-Kaşgarli, dedi, Kaşgarli !
                                                            *
Sahafta tüccarın kimliğine dair hiçbir bilgi yoktu. Uzun boylu, şık biriymiş tüccar ve sol yanağında kulağından ağzına dek uzanan bir yara izi varmış. Bu karşılaşmanın üzerinden neredeyse kırk yıl geçmişti. El yazması nüshayı alan tüccar ya çoktan hakkın rahmetine kavuşmuştu ya da ömrünün uzatmalarını oynuyor olmalıydı.
Hayal kırıklığına uğramıştım. Otelime dönünce İstanbul’da yaşayan bir Azeri dostumu aradım. ‘İran Azerbaycanı’nın önemli bilim adamlarından biriydi. Durumu anlattım. Benden bir iki gün izin istedi. Yüzünde yara izi olan Tebrizli tüccarı araştıracaktı. Ben de otelime kapanıp bilimsel çalışmalarıma geri döndüm.
Vakit ilerlemiş ve iyice uykum gelmişti, fakat merakıma engel olamıyor, babamın kayıp kitaba dair maceralarını okumak istiyordum. Okuduğum sayfalardan sonraki birkaç yaprak okunmaz haldeydi. Islandığı için yazılar silinmiş, sözcükler gelişigüzel mürekkep lekelerine dönüşmüştü. Okunaklı sayfalara geçip devam ettim.
Yemekleri safran rengi Tebriz’in dış mahalleri de aynı renkte. Kum sarısı her köşeye hükmediyor. Şehrin modern yüzü ise betonun ve metalin soğuk, ruhsuz ruhunu yansıtıyor. Mihmandarımla (İstanbul’daki Azeri dostumun akrabasıyla) şehrin dışında bulunan bir malikaneye gittik. Bakımlı bir bahçenin içinde gösterişli bir yapıydı. Tüccarın oğlu nazik, görgülü biriydi. Yer yer Azeri şivesine meyleden Türkiye Türkçesiyle konuşuyordu. Arkadaşımızın selamını ilettik ve tüccarın oğluna durumu anlattım. Babası bir koleksiyonermiş. Gittiği her ülkede, her şehirde sahafları dolaşıp özellikle el yazması kitapları toplarmış. İkram ettiği çayları içtikten sonra iki kanatlı, oymalı bir kapıyı açtı ev sahibimiz ve geniş bir çalışma odasına geçtik. Babasından kalan hazine bu odadaydı. Duvarlar boydan boya kitaplarla kaplıydı. Kitaplar türlerine, yazıldığı dillere göre tasnif edilmişti. Hangi alfabeyle olursa olsun Türkçe kaleme alınmış kitapların olduğu bölümü gösterdi bize. Kitaplara bakmak için izin istedik ve Azeri mihmandarımla incelemeye başladık. Kaşgarlı’nın  kayıp kitabı belki de bu raflardaydı. Kitabı bulur bulmaz büyükelçiliğimizle irtibata geçip hükümetimizin kitabı satın alması için elimden geleni yapacaktım.
Çalışma masasında uyuyakalmışım. Kapı çalıyordu. Yorgun ve mahmur bir şekilde ilerleyip kapıyı açtım. Otelde çalışan bir komi vardı kapıda. Bay Sarangerel bana kahvaltı yollamıştı. Teşekkür edip kominin elindeki tepsiyi ve torbayı aldım. Çalışma masasına geri dönüp hızlıca kahvaltımı yapmaya başladım. Bir yandan yiyor, bir yandan da andacı okuyordum.
Akşama kadar uğraştık, yüzlerce el yazması karıştırdık, fakat aradığımız kitap yoktu. Son çare olarak tüccarın oğlu babasından kalan büyük, ceviz masaya oturdu ve masanın  çekmecesinden ciltli defterler çıkardı. Günlüktü bunlar. Tüccar günlüklerini ciltletmiş, üzerlerine ait oldukları yılları yazmıştı. Tahminimiz üzre kırk sene  öncesine ait olan ciltleri çıkardı ve sayfaları karıştırıp incelemeye başladı. Hayatı boyunca birçok kez Bağdat’a giden tüccar önemli bir esere sahip olduğu bu yolculuğu kayda geçmiş olmalıydı.
Biz atıştırmalık bir şeyler yiyerek çaylarımızı yudumlarken kibar ve yardımsever ev sahibimiz babasının günlükleri inceliyordu. Bir süre sonra heyecan içinde günlüğün bir sayfasına işaret parmağıyla bastı ve gülümseyerek bize baktı. Hemen koşup yanına gittik. Tüccar sahaftan ve aldığı kitaptan bahsediyordu. Ne yazık ki Bağdat’tan Moskova’ya uçmuş ve kitaba havaalanında el konulmuştu. Tüccar bir daha kitabın izine rastlayamamıştı.
Kafamı andaçtan kaldırıp sıkıntıyla soludum. Ulan Bator’da, Rus yapımı bir lojmanda oturmuş babamın kaybolan ülküsünü okuyordum ve bu kaybın altından KGB çıkıyordu. Andaçta kaldığım noktadan sonraki okunmaz derecedeki yıpranmış sayfalar da ihtimal KGB’nin işiydi. Olayı biraz abarttığımı düşünüp gülümsedim ve sağlam sayfalara geçip okumaya devam ettim.
Arayış uzadıkça endişelerim de artıyor. Bir yandan kitabı bulamama ihtimali rahatsız ediyor beni. Bir yandan da üniversitemin bu iş için ayırdığı bütçeyi kesmesinden endişe ediyorum. Boş bir hayalin peşinde koştuğumu düşünmeleri işten bile değil.
Moskova, erkenci kışların yurdudur. Dışarıda, insanın etini bıçak gibi kesen bir soğuk var. Akşam vakti gökten şehrin üzerine bir kar aydınlığı serpiliyor. Şehir kar bekliyor. Kaldığım otelin penceresine yapışıp manzarayı seyrediyorum. Umudumu toparlamaya çalışıyorum. Resmi kurumlara yaptığımız başvurular sonuçsuz kaldı. Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk’ten hiçbir iz yok.
Tanıdığım Rus bilim adamlarını devreye soktum. Moskova’da yaşayan bir Türkolog arkadaşımla kütüphaneleri araştırdık. Sahafları dolaştık, fakat kitaba dair bir emareye rastlayamadık. Tanınmış koleksiyonerlere başvurumuz da sonuçsuz kaldı.
Boynum ve sırtım tutulmuştu. Kominin getirdiği küçük termostan çay doldurup arkama yaslandım ve düşünmeye başladım. Zihnim  karmakarışık olmuştu. Merak ediyordum, babamın uğruna canını feda ettiği bu ülkü gerçeğe dönüşebilmiş miydi? Kitabı bulabilseydi, büyük bir ihtimalle tahta bavulun içinde olurdu eser ya da  ne bileyim, çalıştığı üniversiteye en kısa zamanda duyururdu bu haberi. Olan biten her şey devasa bir soru işaretinden ibaretti. Silinmiş cümleleri atlayıp okumaya başladım.
Mucizelere inanmam. Bilim gerçekliği baz alır, fakat umudumun tükendiği bir noktada hayallerim yeniden canlandı. Bugün, bana bir mektup iletti resepsiyondaki görevli. Odama çekilip zarfı hemen açtım. Daktilo edilmiş isimsiz bir mektuptu. Aradığım kitabın eski KGB çalışanı Anton  Korolyov’da olduğu yazıyordu. Bu eski ajan aynı zamanda Türk tarihi uzmanıydı ve emekli olduktan sonra bilimsel çalışmalar yapmak üzere Ulan Bator’a yerleşmişti. Önemli bir uyarıyla bitiyordu mektup:
“-Şu andan itibaren bu gerçeği üç kişi biliyor. Ben, siz ve Anton Korolyov.
Dikkatli olun! Kitabın peşine olan yalnızca siz değilsiniz!”
                                                            
Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk değerine paha biçilemez bir kitaptı. Kitabın peşinde olanlar bu eseri paraya çevirmek isteyen mafya üyeleri olabilirdi. Belki de başka ülkelerin istihbarat servisleriydi. Kim bilir? Mektupta belirtildiğine göre Korolyov’un Ulan Bator’da yaşadığı da gizli tutuluyordu, fakat kendisine ulaşabileceğim bir telefon numarası eklenmişti.
Vakit öğleyi geçmişti. Acıkmış ve yorulmuştum. Andacı sırt çantama koydum. Tahta bavulu özenle kapatıp dolabın içine yerleştirdim ve dışarıya çıktım. Ortalık günlük güneşlikti, fakat hava serindi. Bacaklarımın açılması için Sovyet mimarisini yansıtan sokaklarda dolaştım. Pembe yanaklı, çekik gözlü Moğol çocuklara gülümsedim. Mogollar bir tekerleme ritmiyle konuşuyorlardı. Uzayıp giden tümceleri birden bir ayin duasına dönüşecekmiş zannediyordunuz.
Otele gidip yemek yedim ve eşyalarımı toplayıp lojmana döndüm. Temulin Sarangerel’e telefon edip Anton Korolyov’u tanıyıp tanımadığını sordum. Tanımıyordu. Araştırıp bana döneceğini söyledi. Kanepede uyuyakalmıştım, telefonumun titreşimiyle uyandım. Arayan Sarangerel’di. Korolyov iki sene önce ölmüştü. Moğol steplerinde kullandığı araç devrilmiş ve eski KGB ajanı arazi aracının altında kalmıştı.
Korolyov ölmeden babam onu bulabilmiş miydi? Merak ediyordum. Babam gibi o da step yolculuğunda hayatını kaybetmişti. Bu durum tesadüf olabilir miydi?  Sırt çantamdan andacı çıkarıp sayfaları karıştırdım. Art arda birçok sayfa birbirine yapışıp kaynamıştı. Babam bu sayfaları ayırmaya çalışmanın işe yaramayacağını düşünmüş olmalıydı. Okunaklı bölümlere geçtim.
Korolyov, Ulan Bator’dan yüzlerce kilometre ötede yaşıyordu. Evi bir step çadırıydı. Moğol komşuları gibi at biniyor, ava çıkıyor ve hayvan besliyordu. Ayda bir defa arazi aracıyla şehre geliyor ve kendisine gereken malzemeleri alıyordu. Uzun boylu, beyaz tenli biriydi. Kısa kesilmiş saçları beyazlamıştı. Çekik gözleri binlerce yıl önce de olsa bu topraklarla bağlantısı olduğunu gösteriyordu. Soğuk ve mesafeli bir insandı. Güvenini kazanmak için çok uğraştım. Hava karardıktan sonra çadırın önünde yaktığımız ateşin başına oturur ve uzun uzun konuşurduk. Türk tarihinden ve Orta Asya’nın  kadim medeniyetlerinden bahsederdik. Bu konularla ilgilenen amatör bir insana göre fazlasıyla bilgiliydi. Uzun süre Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk’ten hiç söz etmedim. Bir gün………………..
Andaç sonlara doğru okunmaz bir hale gelmişti. Sayfaları karıştırıp sağlam bulduğum cümleleri okuyor ve okuduğum bu parçaları zihnimde birleştirmeye çalışıyordum. Ne yazık ki anlamı toparlayamıyor, metnin akışını yakalayamıyordum. Andacın son sayfalarının kökünden koparıldığını fark ettim. Korolyov’un ve babamın ölümü, kitabın  peşindeki meçhul insanlar… Yanıtı belirsiz sorular birer mıh misali zihnime saplanıyordu. Babam eceliyle ölmemiş olabilirdi. Yaşlı şamanın Sarangerel’e ilettiğine göre attan düştüğü için ölmüştü  babam, fakat andacı okuduktan sonra aktarılan bu bilgiye inancım kalmamıştı.

Yatak odasına gidip tahta bavulu çıkardım ve kapağını açıp bavulun içindeki eşyaları yeniden incelemeye başladım. Gözden kaçırdığım tek bir nesne bile yoktu. Sıkıntıyla odanın içinde dolandım. Sonra yatağa oturdum ve çocukken yaptığım gibi bavulun deri kemerleriyle oynamaya başladım. Kafamda çıldıran düşüncelerle baş etmeye çalışıyordum. Kemerin pürüzsüz iç yüzeyi yıpranmış olmalıydı. Parmaklarımda hissettiğim çentikleri görmek için kemeri ters çevirir çevirmez oturduğum yerden fırladım. Kemere boylu boyunca kazınmış bir yazı vardı. Sayılar, simgeler ve çeşitli dillerden alınmış, bazıları ters yüz edinmiş harflerden oluşan bir yazı. Yazıyı görünce kalbim sıkıştı, gözlerim yağmurlu step göğü gibi buğulandı. Yıllar yıllar önce, bu yapay alfabeyi babamla oluşturmuştuk. İlk önce bir oyun gibi başlamıştı her şey. Annemden gizli gizli haberleşmek, çeşitli haylazlıklar yapmak için kullanırdık bu yapay dili. Bu harflerle karşılaşmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki.
Babamın kazıdığı harfleri okur okumaz çalışma masasına koştum. Andacı sırt çantasına koyup dışarıya çıktım. Suhbatur meydanında yer alan Merkez Postanesine gidiyordum. Babam postanenin emanet bölümünde yer alan dijital bir kasanın numarasını ve şifresini kazımıştı tahta bavulun kemerlerine.
Şehrin bozuk yollarında tökezleye tökezleye  postaneye vardım, kapıdaki görevliye İngilizce emanet bölümünün yerini sordum. Ablak suratlı biriydi. Kırmızı ve tombul yanaklarını oynatarak içeride bir yeri işaret etti. Beni anlamamıştı, ama yabancıların en çok uğradığı bölüm olduğu için artık bir reflekse dönüşmüş hareketleriyle beni yönlendirmişti.
Emanet bölümüne girdim. Yan yana üste bir sürü kasa vardı. Aklımda kalan numarayı arayıp buldum ve şifreyi yazdım. Kasanın küçük kolunu çevirdim ve usulca kapağını açtım. Kasada işlemeli atlas bir beze sarılmış bir kutu vardı. Alıp çantama yerleştirdim ve göğsümü döven kalbimi susturmaya çalışarak dışarıya çıktım. Elimle selamladığım ablak suratlı görevli ardımdan şaşkın şaşkın bakıyordu.
Heyecandan nefes nefese kalmıştım. Göğsüm körük gibi işliyor, soluğum ağzımdan burnumdan taşıyordu. Bir yandan da dikkat çekmemeye çalışarak çevreyi kolluyordum. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Etrafta akıp giden ilgisiz bir kalabalık vardı. Lojmana varıp dairenin kapısını açtım ve soluk soluğa kapıyı kapatıp çalışma masasına ilerledim. Ellerim titriyor, sırt çantama yerleştirdiğim kutuyu bir türlü çıkaramıyordum. Derin derin nefes aldım, sakinleşmeye çalışarak sandalyeye oturdum ve sırt çantamı sıyırarak kutuyu çıkardım. Özenle katlanmış atlas bezi açınca tahta bir kutu çıktı ortaya. Üzeri işlemeli, yıpranmış, eski bir kutuydu. Kutunun kapağını soluğumu  zaptetmeye çalışarak açtım. Önümde eski bir kitap duruyordu. Kapağını açıp serlevhayı okudum usulca. Babam ölmeden önce ülküsüne kavuşmuştu. Serlevhada Kitabu Cevahirün Nahvu Fi Lügati’t Türk yazıyordu.
Gözlerim doldu, başım döndü bir süre. Babama dair her şey anlık görüntüler halinde zihnimde yanıp yanıp söndü. Birden bire içimi bir korku kapladı. Kalbim göğsümü dövmeye başladı yine. Gayrı ihtiyari hareketlerle kutuyu kapattım ve atlas beze sardım. Sonra sırt çantama yerleştirdim özenle. Kalkıp odanın içinde hızlı hızlı dolaşmaya başladım. Yapmam gerekenleri kafamda planlamaya çalışıyordum. Derken kapı çaldı. Zili çalmak yerine kapıya vuruyordu biri. Usulca yaklaşıp kapıdaki gözetleme deliğinden baktım. Caddeye bakan merdiven dairesinde usul usul etrafı kollayan iki kişi vardı. Biri neredeyse beyaz denilecek kadar sarışındı. Diğeri daha iri yarı esmer biriydi. Tanımıyordum. İşi şansa bırakamazdım. Çantamı sırtıma taktım ve yatak odasının penceresinden baktım. Aşağıda kömür deposuna benzeyen bir yapı vardı. Pencereden sarkıp tavanına atladım. İkinci hamlede yere inip şehrin karanlık sokaklarına doğru koştum.
Artık ben de ülkülerinin peşinde koşan bir adamdım.
Tıpkı babam gibi…
Tıpkı babam gibi steplerin sonsuzluğuna doğru aktım.