21 Kas 2015

GÜZEL ÖZLEMEK

                                                  dinmeyen  bir  akşamdır
                                                                    özleyen  çocuk.



            Kapıyı  çalan  her  mevsim, rüzgarını  bırakır  ellerimizde. Yüzümüzden  geçer  günlerin  soluğu.  Pencerenin  yanı  başında  bir  nar  çatlar, yağmur  kokusu  gelir  denize  değmiş  uzaklardan. Bahçede  gülüşü  bir  güz  çiçeği  gibi  açan  kız  çocuğu,  kurumuş  ağustos  böceği  kabukları  bulur  dallarda  birden. Şarkılarıyla  çoktan  uçup  gitmiş  ağustos  böcekleri…Ve  hüzün  yapışır  küçük  kızın  dudaklarına.  Özlemek,  küstüm  çiçeği  gibi  
boyun  büken  kız  çocuğunun  gülüşünü  aramaktır  dökülen  yapraklar  arasında. Kapı  eşiğine  çöküp  babayı  bekleyen  kara  gözlü, kirpi  saçlı  bir  oğlanın  yüreğinde  yemlenen  serçelerin  pırpırıdır  belki  özlemek. Erkenci  her  annenin  geride  bıraktığı  devasa  boşluktur.
            Özlemeyi  en  çok  çocuklar  bilir . Çocuklar  için  korkunç  bir  duygudur  özlemek. Bütün  benliklerini  gözlerinde  toplayarak  baktıklarında  görebilirsiniz  birer  birer  yıkılan  kumdan  kaleleri.  Hayat  anlayışları  domino  taşlarının  birbirine  dayanan  yazgısı  gibidir. Dünyalarından  bir  şeyler  eksildiğinde  art arda  yıkılır  her  şey.  Onlar  için  sonsuz  bir  boşlukta  kaybolmak  gibidir  yitirilen  her  değer. Yokluk  derin  yaralar  açar   çocukların yüreğinde. Büyüdükçe  kapanmaz  bu  yaralar; çünkü  hasret  hiç  bitmez. Zaman  alıp  başını  giderken  uzaklara,  geride  tarumar  bir  bahçe  bırakır. Büyüdükçe  katmerlenir  hasretler. Ayrılıklar  çoğalır,  çoğalır  biteviye.
            Zaman  rahat  bırakmaz  insanı. Yılların  şekillendirdiği  birer  yontuyuz  aslında  hepimiz. Gençlikte  kalan  siluetimiz  biz  miyiz  gerçekten? Ya  o  zamanki  karakterimiz, beğenilerimiz, heyecanlarımız? Çocukluk  ne  uzak  ülkedir! Yıllar  öncesinde, fotoğraflarda  donup  kalmış  o  çocuk  gerçekten  biz  miyiz? Kirlendikçe,  hayatın  hoyrat  izlerini  gün  be  gün  giyindikçe  geçmişine  yabancılaşıyor  insan. Bunalıp  kendi  içimize  eğildiğimiz  anlarda  nasıl  da  özleriz  çocukluğumuzu. Kirlenmemiş  kalbimizi  özleriz  aslında. Kaybettiğimiz  sevdiklerimizi  özleriz. Ufacık  bahanelerle  ağız  dolusu  gülmeyi  ve  şeytan  uçurtmalarının   peşinde  koşarak  gökyüzünü  kucaklamayı  özleriz.


            Derme  çatma  bir  evde, teneke  sobanın  kenarına  kıvrılıp  uyumayı  özler  bazen  insan. Çinko  çatıda  tıngırdayan  yağmuru  seyrederek  hayal  kurmayı  özler. İmkanların,  lüksün  ortasında  bunalıp  da  kalabalıklar  içinde  yalnız  kalınca,  çocukluğa  mekan  olmuş  yoksunluğu  özler. Toprak  kokusu  tüter  birden,  siz  beton  bloklar  arasında  kaybolmuşken. Küçük,  sıradan   hayatlara  dair  bir  tat,  bir  koku  diriliverir.  Fırından  yeni  çıkmış  yavan  bir  ekmek  buğu  buğu  tüter, dalından  koparılmış  bir  erik  tadı  yayılır  damağınıza. Kösele  kokusuyla  uyanmanın  özlemini  duyarsınız,  başucunuzda  bayramlık  ayakkabılarınız…  Bez  bebeğinizin  söküklerini  diken  anneniz  gelir  aklınıza. Babanızın  cebinden  çıkan  bir  avuç  leblebinin  kalbinize  sunduğu  tarifsiz  mutluluk  sarar  benliğinizi. Kaçmayı  özlersiniz, geçmişinize  ya  da  hayallerinize  kaçmayı…

Gün  gelir  yazgıları  ayrı  yollara  bağlanan  dostlar  gider  önce. Uzaklaşanların   ardından  sallanan  eller  zamanı  çekip  çevirmeye  çalışır  sanki. Hıçkırıklar  yutulur, ertelenmiş  bir  umut  gelip  yerleşir  dudakların  kenarına. Ah, nasıl  da  gözden  kaçırırız, ömür  yolculuktur  aslında. Tesadüflerin, tercihlerin, kırgınlıkların  rota  çizdiği  bir  yolculuk. Feride’nin   ücra  diyarlarda  Çalıkuşu’na  dönüşen  macerası,  kırgın  bir  yüreğin  sonucudur.  Yıkılmış  bir  ruh  haliyle  tercihini  Arabistan’daki  küçük  bir  memuriyetten  yana  kullanır  Mai  ve  Siyah’ın  Ahmet  Cemil’i. Orhan  Kemal’in  Nazım  Hikmet’le  aynı  mahpushaneye  düşmesi  tesadüflerin  hükmüyle  gerçekleşir. Hepsi  de  ince  ince  işleyen  bir  kalp  ağrısı  çeker  gibi  özleyerek  yaşamaya  çalışır.  

Zaman  rahat  bırakmaz  insanı. Her  şey  uçup  gider,  yalnızca  sesler  kalır  geriye. Duvarlara,  koltuklara, bardakta  yarım  kalan  suya  sinmiş  sesler…  Sesler  ölümsüzlüğün  sırrıyla  ahraz;  çığlık  çığlığa, acının  figürüne  dönüşerek  sonsuza  kadar  dolanır  ortalıkta. Yaşantımıza  tanıklık  etmiş  her  mekanda  seslerin  izi   vardır.  Seslerimizi,  sıcaklığımızı,  kokumuzu, kırgınlıklarımızı  ve  sevinçlerimizi  dökeriz  yaşadığımız  her  ortama. Eksilmektir  aslında  bu.  Bizden  geriye  kalan  sesler  yaşamaya  devam  eder  milyarlarca  yılın  biriktirdiği  devasa  sesler  korosunda. Öldükten  sonra  da  mırıldanmaya  devam  eder  anımız.


            Derken,  yitmiş  bir  aşkı  anımsar  insan , nüksede  nüksede  boşluğu  büyümüş  bir  aşkı... Yaşanmışlıklar  su  yüzüne  çıkıverir. Unutmak  istedikçe  her  köşeden  azad  olur  ürkek  anılar.  İşte,  yan  yana  oturup  dostça  bir  muhabbete  daldığınız  kanepe,  yerde  iki  hüzünlü   kedicik gibi  uyuklayan  ponponlu  terlikler… Kahkahalar  uçuşup  duvarlara  konmuştur  mevsim  kelebekleri  gibi,  hala  kıpırdanır  kanatları. Acılar,  korkular  paylaşıldıkça  dökülen  göz  yaşları  damladıkları  yerde  ürperir  için  için.  Kapı  kollarında  ellerin  sıcaklığı  kıvrılıp  bekler  ilk  günkü  canlılığıyla. Öfke  anında  söylenmiş  birkaç  cümle,  utanç  içinde  saklanır  köşelerde. Keyifle  çalınan bir  ıslık, neşeyle  söylenmiş  bir  şarkı… Sözcükler  ve  ezgiler  sarmaş  dolaş  salınır  tavanda.  İnsan   hayatına  dahil  olmuş  her  nesneyle,  her  eşyayla  özler. İnsan  korkularla  özler; umutlarla, ertelenmiş  sevinçlerle  özler.
Hasretleri  telafi  edemeyecek  kadar  kısadır  hayat. Pişmanlıkları, ertelenmiş  yaşantıları, kaybolan  fırsatları  geri  döndüremeyecek  kadar  mecalsiz… Ne  kadar  kısadır  ömür? Sevdiğiniz,  her  şeyden  sakındığınız   yakınlarınız   bir  gün  kayıp  gidiveririr  ellerinizden.  Sonu  gelmeyecek  bir  döngüdür  ayrılık.  Ölüm  gelir  dayanır  kapılarınıza. Hayatta  kalana  özlemek  kalır.  Geride  kalana  acılar  ve  hasret…
Kapıyı  çalan  her  mevsim, rayihasını  bırakır  tenimizde. Kalbimizde  başlar   günlerin  türküsü.  Pencerenin  yanı  başında  bir  çiçek  tomurcuklanır,  papatya  kokuları  gelir  renge  kesmiş  uzaklardan. Bahçede  gülüşü  bahar  gibi  göveren  bir  kız çocuğu, gökyüzünü  bulur  zerdali   dallarında  birden. Çocuklar  gülsün  diye  toprağa  inmiş  gökyüzünü… Ve  sevinç  yapışır  küçük  kızın  dudaklarına. Özlemek,   sarmaşıklar  gibi  dört  bir  yana  neşe  salan   küçük  kızın  küsüp  de  boyun  büken   güzelliğini  aramaktır  dökülen  ışıklar  arasında. Kapı  eşiğinden  atlayıp  babaya  koşan  kara  gözlü,  kirpi  saçlı  oğlanın  yüreğinde  durulan  duygudur  belki  özlemek.  Hasretten  kaçış  yok, yağmur  baloncukları  gibi  göz  açıp  kapayıncaya  kadar  sönen  her  anı  güzel  yaşamak  ve  özleyeceksek  de  güzel  özlemektir  önemli  olan. Güzel  ve  insanca  özlemek…

MURATHAN ÇARBOĞA -2013


Hiç yorum yok: